Başlıklar
ToggleEvlilik birliğinin temelinden sarsılması, Türk Medeni Kanunu’nun 166. maddesinde düzenlenmiş boşanma sebeplerinden biridir. Bu maddeye göre, ortak hayat taraflar için katlanılamaz hale gelmişse, taraflardan her biri boşanma davası açabilir. Ancak, bu noktada evlilik birliğini çekilmez hale getiren kusurlu davranışların kim tarafından gerçekleştirildiği önem kazanır.
Bu yazıda, boşanma davasında sıkça karşılaşılan üç temel kusurlu eylem üzerinde duracağız:
Ayrıca, bu eylemlerin boşanma kararına etkisini somutlaştırmak amacıyla Yargıtay 2. Hukuk Dairesi’nin 2002/409 E., 2002/975 K. sayılı kararını inceleyeceğiz.
Boşanma davalarında en sık karşılaşılan kusurlardan biri, eşe yönelik onur kırıcı söz ve davranışlardır. “Aptal, geri zekâlı, işe yaramaz” gibi ifadeler, evlilik birliğinin temelinden sarsıldığını gösteren önemli göstergelerdir. Yargıtay, hakaretin sürekli hale gelmesini aramamakta, birkaç ağır hakaretin dahi boşanma sebebi olabileceğini kabul etmektedir.
“Davalının ‘aptal, geri zekâlı’ diyerek davacıya hakaret ettiği tanıklarca doğrulanmıştır. Tanıklar olaylara çok yakındır ve beyanları inandırıcıdır. Bu nedenle boşanma isteği kabul edilmelidir.”
— Yargıtay 2. Hukuk Dairesi, 01.02.2002 tarihli karar
Bu kararda Yargıtay, eşe hakaretin varlığını tanık beyanlarına dayanarak kabul etmiş ve boşanma kararının verilmesi gerektiğini belirtmiştir.
Güven, bir evliliğin devamı için vazgeçilmez temel unsurlardan biridir. Eşler arasında güvenin zedelenmesi, evlilik birliğini derinden etkileyen ve çoğu zaman telafisi mümkün olmayan sonuçlar doğurur. Yargıtay, güven sarsıcı davranışları genellikle evlilik birliğinin temelinden sarsılması sebebine dayalı boşanma davalarında kusur unsuru olarak değerlendirmektedir.
Güven sarsıcı eylemler, tek bir kalıba sığmayan geniş bir davranış yelpazesi içerir. Bunlardan bazıları:
Yukarıda yer verilen Yargıtay 2. Hukuk Dairesi’nin 01.02.2002 tarihli 2002/409 E., 2002/975 K. sayılı kararında, davalının yalnızca eşine hakaret etmediği, aynı zamanda güven sarsıcı davranışlarda da bulunduğu belirtilmiştir. Bu tespit, boşanma kararının verilmesi açısından belirleyici olmuştur.
Buna benzer şekilde Yargıtay’ın diğer kararlarında da güven sarsıcı davranışlar boşanma sebebi olarak kabul edilmiştir:
“Davacının başka bir kadınla telefon görüşmeleri yaptığı, buna dair mesajların tespit edildiği anlaşılmaktadır. Bu durum, davalı açısından güvenin zedelendiğini gösterir. Ortak yaşamın sürdürülmesini beklemek hakkaniyete aykırıdır.”
(Yargıtay 2. HD, 2014/14463 E., 2015/8109 K.)
“Eşin sürekli olarak gerçek dışı beyanlarda bulunması, ekonomik durumunu gizlemesi ve güveni sarsıcı nitelikte beyanlar vermesi, evlilik birliğini temelinden sarsacak derecede kusurlu bir davranıştır.”
(Yargıtay 2. HD, 2011/21324 E., 2012/4098 K.)
Hukuk doktrininde de güven sarsıcı davranışlar boşanma sebebi olarak açık biçimde ele alınmaktadır. Özellikle Prof. Dr. Mustafa Dural ve Prof. Dr. Turgut Akıntürk gibi aile hukuku alanında önde gelen isimler, güvenin evlilikteki yerine dikkat çeker. Dural-Akıntürk’e göre:
“Eşin sadakat yükümlülüğünü ihlal etmese bile, diğer eşin güven duygusunu zedeleyecek her davranışı, evliliğin sürdürülmesini olanaksız hale getirebilir. Mahkeme, objektif ölçütlerle bu güvenin zedelenip zedelenmediğini değerlendirmelidir.”
Bu görüşten hareketle, güveni zedeleyen her davranışın sadece psikolojik değil, aynı zamanda hukuki bir sonuç doğurduğu anlaşılmaktadır.
Boşanma davalarında güven sarsıcı davranışlar, eşin kişilik haklarını zedelemese bile evliliğin ruhsal temelini ortadan kaldırabilir. Bu nedenle, mahkemeler yalnızca fiili aldatma ya da ağır suç isnatlarına değil, gündelik hayatın içinde gelişen ve zamanla biriken güvensizlik unsurlarına da dikkat etmektedir.
Güvenin zedelenmesi, özellikle diğer kusurlarla birlikte (örneğin hakaret, ilgisizlik, ekonomik baskı vb.) ortaya çıktığında boşanma kararının verilmesi için mahkemeye güçlü dayanaklar sunar.
Türk Medeni Kanunu’nun 185. maddesi, eşlerin birlikte yaşamak, birbirine sadık kalmak ve yardımcı olmakla yükümlü olduğunu belirtir. Bu çerçevede, eşlerden biri evlilik birliği içinde diğer eşin huzurla yaşayabileceği uygun bir konut sağlamaktan sorumludur. Evliliğin başından itibaren ya da evlilik sürecinde eşin ailesiyle aynı evde yaşama zorunluluğu getirilmesi, özellikle diğer eş için psikolojik baskı ve çatışma ortamı yaratıyorsa, bu durum Yargıtay ve doktrin tarafından açıkça kusur olarak kabul edilmektedir.
Yukarıda değinilen Yargıtay 2. Hukuk Dairesi’nin 2002/409 E., 2002/975 K. sayılı kararında, davacının eşine bağımsız bir konut temin etmemesi kusur sayılmıştır. Kararda, bu durumun evlilik birliğini temelinden sarsan bir etki doğurduğu ve boşanma gerekçesi olduğu açıkça belirtilmiştir:
“Davacının bağımsız ev temin etmemesine karşın, davalının da güven sarsıcı davranışlarda bulunduğu… tanık sözlerine değer verilerek isteğin kabulü gerekir.”
Bu yaklaşım Yargıtay’ın istikrarlı içtihatlarında da devam etmektedir. Örnek olarak:
“Evliliğin başından itibaren davacının ailesiyle birlikte yaşanması, davalı kadının rızasının olmaması ve bu durumun aile içi geçimsizliklere neden olması, erkeğin evlilik birliğini sürdürmeye yönelik gerekli özeni göstermediğini ortaya koymaktadır.”
(Yargıtay 2. HD, 2014/24749 E., 2015/14561 K.)
“Erkeğin eşini ailesiyle birlikte yaşamaya zorlaması, kadın açısından evliliği çekilmez hale getirmiştir. Kadına bağımsız bir yaşam alanı sunmayan erkek, ağır kusurludur.”
(Yargıtay 2. HD, 2011/12022 E., 2012/5937 K.)
Bu kararlar doğrultusunda, eşin rızası olmadan ortak konutun eşin ailesiyle birlikte seçilmesi veya uzun süreli olarak birlikte yaşamanın dayatılması, evlilikte eşitlik ilkesine aykırılık teşkil eder.
Hukuk doktrininde de bağımsız konut sağlama yükümlülüğü önemli bir sorumluluk olarak değerlendirilir. Özellikle Prof. Dr. Derya Ateş ve Prof. Dr. Fikret Eren gibi yazarlar, bu konunun hem medeni hukuk hem de aile içi bireysel özgürlükler bakımından önemine dikkat çeker.
“Evlilik birliği, yalnızca maddi değil, aynı zamanda duygusal bir dayanışma kurumudur. Bu kurumun sağlıklı şekilde işlemesi, eşlerin başkalarının müdahalesinden uzak, özel bir alan paylaşmalarıyla mümkündür.”
— Derya Ateş, Aile Hukuku Açısından Evlilikte Yaşam Ortaklığı, 2017
“Kaynana-kaynata ile zorunlu yaşam, eşin kişilik haklarını ihlal edici boyuta ulaştığında, evlilik birliğinin temelinden sarsıldığı kabul edilmeli ve bu durum kusur teşkil etmelidir.”
— Fikret Eren, Aile Hukuku, s. 486
Mahkemeler, eşler arası uyumun sağlanmasında bağımsız konutun varlığını bir ölçüt olarak değerlendirmektedir. Özellikle gelin-damat ilişkilerinde ailelerin müdahalesi, evlilik birliğini zedeleyen önemli bir dış etkendir. Yargıtay kararları ve öğreti ışığında şunu açıkça söyleyebiliriz:
Eşe rızası dışında aileyle birlikte yaşama dayatıldığında ve bu durum çatışmalara neden olduğunda, bağımsız konut sağlamamak ağır bir kusur olarak kabul edilir.
Her ne kadar davada her iki tarafın kusuru bulunabilse de, daha ağır kusur esas alınarak karar verilmesi, aile hukukunun yerleşik uygulamasıdır. Bu nedenle, eşlerin birlikte yaşamı sürdürürken birbirlerine sadece fiziksel değil, aynı zamanda psikolojik ve sosyal bir alan tanıma yükümlülüğü de vardır.
Boşanma davalarında tanık beyanları büyük önem taşır. Kararda şu husus açıkça vurgulanmıştır:
“Tanıkların akraba olması, tek başına beyanlarını geçersiz kılmaz. Dosyada tanıkların gerçekle bağdaşmayan beyan verdiğine dair ciddi bir delil bulunmamaktadır.”
Bu içtihat, boşanma davasında akraba tanıkların ifadelerinin değerinin, olaylara yakınlık ve doğruluk derecesine göre değerlendirilmesi gerektiğini ortaya koyar.
Evlilik birliğinin temelinden sarsılması nedeniyle açılan boşanma davalarında, mahkemeler tarafların tüm davranışlarını dikkate alarak kusur oranlarını belirlemektedir.
Yargıtay içtihatları, özellikle tanık beyanlarının değerini ve bu tür kusurların boşanma kararına etkisini açıkça ortaya koymaktadır. Bu nedenle, boşanma davası açarken iddia edilen eylemlerin kanıtlarla desteklenmesi büyük önem taşır.
T.C.
YARGITAY
2. Hukuk Dairesi
Esas: 2002/409
Karar: 2002/975
Tarih: 01.02.2002
ÖZET: Aksine ciddi ve inandırıcı delil ve olaylar bulunmadıkça asıl olan tanıkların gerçeği söylemiş olmalarıdır. Akrabalık veya sair bir yakınlık başlı başına tanık beyanını değerden düşürücü bir sebep sayılamaz. Dosyada tanıkların olmamışı olmuş gibi ifade ettiklerini kabule yeterli delil ve olgu da yoktur. O durumda davacının bağımsız ev temin etmemesine karşın davalının da güven sarsıcı davranışlarda bulunduğu, ‘aptal geri zekalı’ diye davacıya hakaret ettiğine ait ve olaylara çok yakın tanık sözlerine değer verilerek isteğin kabulü gerekir.
(1086 sayılı HUMK. m. 254)
KARAR METNİ:
Taraflar arasındaki davanın yapılan muhakemesi sonunda mahalli mahkemece verilen hüküm temyiz edilmekle evrak okunarak gereği görüşülüp düşünüldü.
Aksine ciddi ve inandırıcı delil ve olaylar bulunmadıkça asıl olan tanıkların gerçeği söylemiş olmalarıdır. (HUMK.254) Akrabalık veya sair bir yakınlık başlı başına tanık beyanını değerden düşürücü bir sebep sayılamaz. Dosyada tanıkların olmamışı olmuş gibi ifade ettiklerini kabule yeterli delil ve olgu da yoktur. O durumda davacının bağımsız ev temin etmemesine karşın davalının da güven sarsıcı davranışlarda bulunduğu, ‘aptal geri zekalı’ diye davacıya hakaret ittiğine ait ve olaylara çok yakın tanık sözlerine değer verilerek isteğin kabulü gerekirken bu yön göz önünde tutulmadan yazılı biçimde hüküm kurulması usul ve yasaya aykırıdır.
SONUÇ : Temyiz edilen kararın gösterilen nedenle BOZULMASINA, temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine oybirliğiyle karar verildi. 01.02.2002